Topkapı Sarayı, Ayasofya Camii, Sultanahmet Camii, At Meydanı, Alman Çeşmesi, Yerebatan Sarıcı, Gülhane Parkı ve daha saymakla bitmeyen sayısız tarihi değer… Sultanahmet Meydanı çevresinde şekillenen bu alan, Tarihi Yarımada olarak anılsa da İstanbul’un özü diyebileceğimiz özel bir yer. Marmara Denizi, Haliç ve İstanbul Boğazı arasında kalan, vapurdan izlediğinde oluşturduğu siluetle ayrı bir güzellikte görünen yarımada, asırlar öncesine ait izleri bugün bile taşıyor. Gerçek İstanbul’u yaşayabileceğin Tarihi Yarımada’da, tarihin içinde güzel bir yürüyüşe çıkıyoruz.
Dünyanın Merkezi
Yürüyüşe Tarihi Yarımada’nın kalbi diyebileceğimiz bir noktadan başlayalım. Sultanahmet’te caddenin başındaki Milyon Taşı, Doğu Roma döneminden kalma bir anıt. Antik Roma’da dünyanın farklı yerlerindeki kentlerin İstanbul’a olan mesafesinin hesaplanmasında sıfır noktası olarak kabul edilmiş. Kent, dünyanın merkezi olarak addedildiği için bu nokta da bunun en güzel sembolü.
Milyon Taşı’nın önünden, sağdaki kaldırım boyunca devam edelim. Hemen 100 metre sonra Cevri Kalfa Sibyan Mektebi’ni görüyoruz. Divan Yolu Caddesi’nin esrarengiz yapılarından biri. Sultan II. Mahmut tarafından 1819’da yaptırılmış.
Mektebi geçtikten sonra 50 metre yürüdüğünde, Firuz Ağa Cami, yemyeşil bahçe içinde mütevazı görünümüyle karşında duruyor. 1491 yılında II. Bayezid zamanında yapılan cami, kentin en eski yapılarından biri. At Meydanı’nı Sultanahmet Meydanı’na bağlayan bu noktadan Sultanahmet’e giderken, 1 dakika yürüdükten sonra Alman Çeşmesi karşılıyor seni. I. Ahmed Türbesi’nin de hemen karşısı. Çeşme, Alman İmparatoru II. Wilhelm tarafından İstanbul’a ve II. Abdülhamid’e hediye edilmiş. Neo-Bizanten tarzında yapılmış çeşmenin içini altın mozaikler süslüyor. Alman Çeşmesi’nin kubbesinde, II. Wilhelm ve Sultan II. Abdülhamid’in tuğraları, altın mozaikler üzerinde bir arada çok uyumlu duruyor. Sultanahmet Meydanı’nın zarif yapılarından olan çeşmenin yapımına 1899’da başlanmış. Değerli taşları ve mermerleri Almanya’da işlenmiş, parça halinde gemilerle taşınarak 1901’de İstanbul’a getirilerek burada monte edilmiş.
Nereden Başlamalı?
Sultanahmet Meydanı’ndayız. Ayasofya, Sultanahmet Camii ve Topkapı Sarayı’nın yer aldığı bölge, İstanbul’un en güzel manzaralarından birine sahip. Tüm ihtişamıyla herkesi büyüleyen yapılar, İstanbul’un en çok turist çeken yerleri. Bölgenin yabancı turist yoğunluğu daha fazla olsa da yarımadanın en özel yerlerini içine alan bu güzellikleri arada bir gidip görmek ve o havayı yakından yaşamak gerek.
Sultanahmet Camii ve çevresindeki birçok yapı, yürüme rotamızın en güzel duraklarını oluşturuyor. Sultanahmet Meydanı’nda bu güzellikleri dışarıdan izlerken biraz soluklanmak gerek.
Meydandan 120 metre mesafedeki Sultanahmet Camii’ne birkaç dakikada ulaşıyorsun. Dışarıdan bakıldığında ilk dikkatini çeken muhteşem yapıdaki minareleri oluyor. Muazzam büyüklüğüyle girer girmez kendine hayran bırakıyor. Mimar Sinan’ın kalfalarından Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa tarafından, yapımına 1609 yılında başlanmış ve 1617’de tamamlanmış. Mimarının, “büyüklük, heybet ve ihtişam” fikriyle inşa ettiği camide, bu fikirlerin en başarılı yansımalarını görüyoruz. I. Ahmet için yapılmış cami, kare plan üzerine çizilmiş ve dört tarafına birer kubbeyle çevrelenmiş. Caminin içi, 16.yüzyılın meşhur İznik çinisinden yapılmış lale desenlerinden oluşan 20 binin üzerinde motifle süslü. Bu çinilerin camiye mavi renkte görünüm vermesi, “Blue Mosque” ismiyle anılmasının nedeni. Mimarisi, cami ve Bizans kilise yapılarının en uyumlu etkileşimlerinden ve sentezlerinden biri. Geleneksel İslam mimarisinin ağır bastığı klasik döneme ait son büyük cami olan Sultanahmet, çevresindeki yapılarla birlikte bir külliye özelliği de taşıyor.
Sultanahmet’i gezdikten sonra tam karşısında bulunan Ayasofya Cami’ne yürüyerek 6 dakikada (500 metre) ulaşıyoruz. Yüzlerce yıllık tarihe ve kültür mirasına tanıklık eden yapı, tüm güzelliği ve ihtişamıyla karşımızda. Girmeden önce, çevresinde bir tur atıp dış kısmını da keşfetmek gerek. Ayasofya, 1453 İstanbul’un Fethi’nin sembolü olarak camiye dönüştürülmüş. MS 532-537 yılları arasında inşa edilen yapı, yaklaşık 1500 yıllık geçmişinde farklı dönemler yaşamış. Yapım süreçleri ve büyük depremlerden etkilenerek zaman zaman çöken ve yeniden inşa edilen yapı, Mimar Sinan’ın payanda ilavelerinden sonra bu durumu hiç yaşamamış. Ayasofya’nın, devasa kubbe boyutlarından ve büyüklüğünden etkilenmemek mümkün değil. Gerçek örtü düzeni olarak, kubbenin dört köşeli bir yapıyı kapattığı ilk örnek Ayasofya. Kubbenin ağırlığı, 107 sütunla desteklenmiş. Önceleri katedral olan yapı, 1453-1934 yılları arasında cami olarak ziyarete açıldı. 1934 yılında müzeye çevrilen Ayasofya, 2020 itibariyle camiye dönüştürüldü. Ayasofya Camii, buraya gelen herkesin daha önce ziyaret etse de tekrar uğramak isteyeceği muhteşem yapılardan.
Sultanahmet ve Ayasofya’dan sonra biraz dinlenerek yürüyüşe devam etmek kulağa iyi gelebilir. Bu civardaki yöresel lezzetleri, asırlık mekânlarda tatmak için de harika bir fırsat.
Topkapı Sarayı Müzesi
Yürüyüş rotamızın bir diğer durağı Topkapı Sarayı Müzesi. Meydana çıkıp Ayasofya Camii yönüne doğru 650 metre (8 dakika) yürünüyor. Sarayın birinci avlusunda bizi Aya İrini karşılıyor. Ayasofya’nın çağdaşı olan yapı, İstanbul’da bulunan en büyük Bizans kilisesi. Tarihi 4.yüzyıl başlarına uzanıyor. Türkiye’de müze çalışmalarının başlangıç yeri olan Aya İrini, 1973’ten beri farklı sanat etkinliklerine ev sahipliği yapıyor.
700 bin metrekarelik alanı kapsayan Topkapı Sarayı; içindeki yapılar, koleksiyonlar ve binlerce arşiv belgesiyle dünyanın en büyük saray müzelerinden biri. Osmanlı’nın yaklaşık 400 yılına tanıklık etmiş saray, dönemin yaşantısını ve devletin idari yapısını yerinde görerek anlamak için kesinlikle ziyaret edilmeli.
Topkapı Sarayı Müzesi’ni gezdikten sonra, park içi yolu üzerinden 13 dakika (1 km) yürüyerek tarihi Gülhane Parkı’na gelebilir, yemyeşil ağaçlı yolunda sakince yürüyüş yaparak ya da kuş sesleri içinde biraz dinlenerek günün yorgunluğunu atabilirsin.